20 Ocak 2013 Pazar

Lambayı sen mi kırdın Bülent?

“Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?”

“Hangisini?”

“Otomatik yanan, sensorlu lamba.”

“Hayır.”

“Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece.”

Önüme baktım.

“Neden kırdın?”

Cevap yok.

“Hasta mısın evladım?” Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle…”

“Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?”

“Lamba senden değerli mi evladım, lambanın a…. k...yım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı s…..m, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için.”

“Beni görünce yanmıyordu baba.”

“Nasıl ya?”

“Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni.”

“E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor.”

“Hadi ya! Sahiden mi?”

“Evet. Ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok.”

Babama sarıldım, yıllar sonra.

(Emrah Serbes, Erken Kaybedenler, “Kimi Sevsem Çıkmazı” isimli öykü, s. 141)

Öykündüğüm Ev

Öykündüğüm Ev

-Bukowski’ye ithafen-

Akşam iş çıkışı misafirlikteydim.
Yemek sonrası salona geçtik.
Arkadaşımın karısı iyi çay demler.
Hem onun nefis çayını yudumluyor
hem de sohbet ediyorduk.

Konu sürekli değişiyordu.
İş, evlilik, insanlar…
Biz konu değiştirdikçe,
evin küçük oğlu da oyuncak değiştiriyordu.
Araba, kelepçe, silah…

Her oyuncakla üç-beş dakika oynuyordu.
Sonra, yanıma geliyor,
oyuncağını gösteriyor,
ben, “güzel” deyip gülümsedikten sonra
kaldırıp bir köşeye atıyordu.


Bir süre sonra oyuncaklardan sıkılınca
kitaplığa yöneldi.
Oradan bir kucak dolusu kitap alıp,
salonun ortasına boca etti.
Sonra bir kucak, bir kucak daha…
Anne-babasının müdahalesini bekliyordum.
Çocuk bu; yırtar, parçalar, zarar verirdi.
Çok sabırlılardı!

Çocuk kitapları taşımaya devam ediyordu;
Anne-babası da hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya…
Daha fazla dayanamadım:
Durdurun onu! dedim.
Neden? dediler.
Zarar verecek! dedim.
Gülümsediler.
“Bir şey olmaz merak etme.
Kitap en iyi oyuncağıdır, sadece oynar.
Ev yapar, çit çevirir,
dağ yapar, ırmak eder akıtır…
Aklına gelen her şeyi yapar, ama bilir ki
kitap yakılmaz, yırtılmaz, karalanmaz…” dediler.
Söyleyecek sözüm yoktu.
İyi terbiye etmişlerdi!

Merakla izliyordum…
Önce ev yapmaya başladı çocuk.
Temeli Dostoyevski’yle attı.
Suç ve Ceza, iki kalın cilt.

Duvarları da kalındı
Her köşe için ayrı bir yazar kullandı.
Yan yanaydı
William Faulkner, Sartre, Hamsun ve Celine.

Nihayet tavanı kondurdu.
Akmamalıydı damı.
İyi seçimdi Salinger, Fante, Bukowski, Rilke.

Sonra, bahçeye birkaç ağaç kondurdu;
Söğüt; Steinbeck, akasya; Henry Miller
Kavak; Jack Londan’dı.

İyi yazarlar kullanmaya devam ediyordu.
Çiti de sağlam olmuştu.
Bahçe kapısı Hemingway’di, hafiften araladı...

Zevkle izliyordum onu.
Gördüğüm en harikulade evi yapmaktaydı.
Annesi, babası, sohbet…
umurumda bile değildi.

Irmağa gelmişti sıra.
Kıvrımlıydı, renkliydi.
Kızılırmak kadar yerliydi.
Uzayıp gidiyordu
Sait Faik, Ferit Edgü, Vüsat O. Bener
Kemal Tahir, Cemil Kavukçu, Sabahattin Ali…

Irmağın yanına kırçiçekleri de kondurdu.
Nazım Hikmet, Cemal Süreyya, Turgut Uyar, Ece Ayhan…
Son kitap Sezai Karakoç’undu.

Birçoğu on yedi yaşımdan sonra tanıdığım
bunca iyi yazar, dört yaşındaki bir çocuğun
oyuncaklarıydı.
Bir an, onun kadar şanslı olmadığımı düşündüm.
Canım sıkılmıştı.

Fakat boş vermeliydim sıkıntıyı.
Her şeye rağmen keyifli bir akşamdı.
Güzel yemekler, lezzetli çay, koyu sohbet…
İyi bir ev yapmıştı çocuk.
İyi bir öykü yazmıştı.
Bunları düşünmeliydim.

Yanına gittim,
öptüm ve başını okşadım.
Yanımda Kafka vardı, uzattım.
"Al bunu çocuk" dedim, "bir daha ki sefere
bununla da oynarsın!..."

*****

Temmuz – 2004

7 Ağustos 2011 Pazar

Küçük kız ve sözün bittiği yer

Sizler de gördünüz mü televizyonda o küçük kızı? Hani günlerce kuru ekmekten başka bir şey yememiş o fakir ailenin küçük, çelimsiz, yarı felçli kızını?

Anadolu'nun ücra bir köyünde, yokluğun, sefaletin kol gezdiği bir ev. O küçük felçli kız, işsizlik yüzünden akli dengesini yitirmiş bir baba, delirmiş kocasının dayakları yüzünden kolu bacağı kırık bir anne ve yine felçli bir erkek çocuk...

Kuru ekmek yemeye razılarmış. Bunu söylediler. Onca sıkıntıya göğüs germiş, yokluğa dayanmışlar, yine de kimseden bir şey istememişler. Ta ki, oturdukları evin sahibi bunlara 'evimden çıkın' deyinceye kadar.

Köyden birileri akıl etmiş, bir televizyon programına bu ailenin dramını yazmayı. Televizyoncular gidince bu insanlardan haberdar olduk. O perişan hale şahit olup da, yüreğin bir yerlerinde bir sızının uç vermemesi mümkün müydü acaba? Mümkün müydü ağlamamak?

Televizyoncu bu ailenin dramını teferruatıyla dinledi. Sonra bu aileye yapılacak yardımları anlattı. Nihayet evden giderken ailenin her bireyi gibi o küçük kıza da sordu:

- En çok neyi özledin? Gelirken sana ne getirelim?

İzlemediyseniz tahmin edin bakalım. Bilemezsiniz, imkanı yok bilemezsiniz.

Tam da oyun çağındaki bu kız çocuğu, saçlarını tarayıp, bağrına basacağı, beşikte sallayabileceği oyuncak bir bebek istemedi. O sefil görüntüsünden onu kurtaracak elbise istemedi. Ayakkabı istemedi. Çukulata-dondurma istemedi.

- Patates isterim ben. Patates getirin bana!

Patates?!.

Söz işte böyle biter! Fikir, düşünce, hayal, ideal böyle biter! Gerçek, boğazına kadar sefalete gömülmüş bir çocuğun ağzında böyle dile gelir. Dindarlığımız, cömertliğimiz, hayırseverliğimiz... Sığındığımız, içinde rahat ettiğimiz, kendimize ait gördüğümüz ne varsa, o çocuğun yemek için can attığı haşlanmış bir patatese dönüşüverir. Patates kadar yalın, çıplak, yorumsuz kalır.

2 Aralık 2010 Perşembe

Ertuğrul Özkök ile Kültürlerarası Medya ve Eğlence Yönetimi Ders Notları

Ertuğrul Özkök, bugünkü dersi Hürriyet'teki odasında yaptı. Konumuz genel olarak "gazeteci-mêkan ilişkisi" idi. Mekânın gazeteci üzerine etkisini somut bir şekilde anlatmak adına, dersin odasında yapılmasını uygun görmüştü. Yüksek lisans ve doktora öğrencilerinden oluşan yaklaşık 15 kişik bir öğrenci grubu olarak Özkök'ün dersine katıldık. Özkök'ün odası oldukça geniş ve ferah bir mekândı. Kitaplık ve oda içindeki sehpalar tıka basa yerli ve yabancı kitap ve dergilerle doluydu. Edebiyat, felsefe, tarih, sinema ve biyografi kitapları büyük bir yekûn tutuyordu. Ayrıca yine hatrı sayılır derecede dinî içerikli kitap da vardı. Bunlardan en dikkatimi çeken ise, Ekrem Demirli'ye ait İbnü'l Arabî Sözlüğü idi. Fakat ne yalan söyleyeyim İbnü'l Arabî'nin Füsus'ul Hikem, Fütûhâtı Mekkiye gibi önemli eserlerini orada göremedim. Yalnız, Ertuğrul Özkök'ün tasavvufa en azından okuma düzeyinde ilgi duyduğunu gerek kitaplığında yer alan tasavvuf içerikli kitaplar, gerek ise derse sonradan yarım saatliğine katılan Doğan Hızlan'a sorduğu Abdülbaki Gölpınarlı'ya dair on dolayında sorusuyla kanaat getirdim.

Bunların dışında Özkök'ün odasında James Dean ve Marilyn Monroe'ya ait büyük posterler, Coca-Cola ve Ertuğrul Özkök'ün de kısa da olsa rol aldığı Cem Yılmaz'ın Hokkabaz filminin afişleri, Ali Sabancı'nın hediye ettiği büyük bir uçak maketi, büyük bir kukla ve sair hediyelik eşyalar vardı. Ders boyunca kısık bir sesle Klasik Batı Müziği çaldı. Yaklaşık iki saat süren ve yarım saat kadar Doğan Hızlan'ın da katıldığı derste ikilinin konuşmalarından derlediğim notları kısaca dikkatlere sunuyorum.

- İnsan algısı ve yaşayışına etki eden birçok unsur var. Bunlardan biri de bir bina/mekân/odanın yapısı ve dizaynı. Üretici konumdaki mesleklerden biri de gazetecilik ve gazetecilerin iyi bir performans sergileyebilmeleri açısından çalıştıkları mekânın onların zevklerine uygun dizayn edil(ebil)mesi gerekiyor.

- 2001 krizi sonrası yaptığımız bir toplantıda şirket maaliyetlerini azaltmak istedik. Böylesi durumlarda ilk akla gelen personel çıkartmaktır. Fakat biz personel çıkartmak yerine, binadaki önemli gider kalemlerini (elektrik, su, yemek vs.) azaltmak üzere ABD ve Avrupa'da başarıyla uygulanan "home office" sistemine döndük. Fakat başarılı olamadık. Bunun nedenlerini araştırmak üzere psikologlarla çalıştık. Ortaya üç temel etken çıktı:
1- Muhabirlerimizin birçoğunun evleri/mekânları iyi dizayn edilmemiş ve oldukça kötü idi.
2- Birçoğunun aile fertleri ile ilişkileri iyi değildi.
3- İş yerlerinde rahat ediyorlar, çalışırken, iş arkadaşlarıyla deşarj oluyorlardı.

- Cağaoğlu'ndaki binamızda insani ilişkiler, çalışma ortamı ve üretim daha iyi idi. Fakat Hürriyet'in mevcut binası, kötü dizayn edilmiş bir bina. Genişliği nedeniyle önceki ortamdaki iç içeliği ortadan kaldırdığı için, insanî ilişkileri ve üretimi olumsuz ölçüde etkiledi. Bina içinde birçok insan birbirini göremez hâle geldi.

- Reuters'in 3 bine yakın çalışanı var. 1600 kişilik yeni bir bina yaptılar. 1400 kişiyi bilinçli olarak açıkta bıraktılar. Böylelikle bina içerisindeki giderleri azalttılar fakat o 1400 kişi için Starbucks ile düşük maliyetli bir anlaşma yaptılar ve Starbukcs'ları Reuters ofislerine çevirmekle birlikte, muhabirlerini hem toplumla iç içe olabilecekleri, hem de rahat çalışabilecekleri bir ortama kavuşturdular.

- Genel Yayın Yönetmenliği'ni bırakmam sonrası en fazla sevindiğim olaylardan birisi yeniden toplumun arasına karışmaya fazlaca zamanımın olmuş olması. Ne kadar iyi dizayn edilirse edilsin, aynı odaya uzun yıllar gelip gitmek insanı sıktığı gibi, toplumdan ve insanî ilişkilerden de kopartıyor. Bunu daha iyi anladım.

- Entertainment (eğlence) yönetimi toplumsal alanın her yerinde var. Başarılı olmak için toplumu iyi tanımak zorundayız.

- Krizleri yönetmek sosyal çevreyi de yönetmektir.

- Her gün insanların paradigmalarının kırıldığı, sürekli yeni paradigmaların oluştuğu bir dönemde yaşıyoruz. Eskiden hayatın akışını büyük oranda din ve siyaset belirlerdi. Fakat bugünün insanı, zamanın ruhunun getirisi olarak içinde taşıdığı yüzlerce insanla yaşıyor. Sabah, öğlen, akşam farklı ruh hallerinde, farklı kimliklerdeyiz. Sürekli bir değişim ve dönüşüm halindeyiz. Durum bu iken, 20 yıl öncesinin mantığıyla bu sektörde kalıcı olunamaz.

- Ciddi olan ile olmayan, kriminal olan ile olmayanın arasında bir farkın kalmadığı bir dönemdeyiz. İlgiler, beğeniler, istekler değişti. Örneğin artık yolsuzluk haberlerine ilgi eskisi kadar revaçta değil. Gazeteciliği sizin ilgi ve beğenileriniz, okurun istekleri belirliyor. Ve okur daha çok eğlence ve magazin istiyor. Frankfurter Allgemeine Zeitung, El Pais ve Radikal'in tüm entelektüel birikimlerine rağmen toparlanmakta zorlandıklarını ve düşüşte olduklarını görüyoruz.

- Çoğunluk magazin ve eğlenceye ilgi duyduğunu söyleyemiyor, fakat beklentileri bu yönde. Kocaeli'de bir ara yapılan bir ankette 2 bin kişi Cumhuriyet gazetesi okuduğunu, magazinden hiç hoşlanmadığını söylüyor. Fakat Kocaeli'de satılan Cumhuriyet gazetesi sadece 100 (yüz) adet. Bu ve buna benzer birçok örnek, medya araştırmalarının doğru sonuçlara ulaştırmayacağını gösteriyor. Okurun nabzını ölçmek, gerçek ilgi alanlarını yakalamak adına farklı yöntemler belirlemek zorundayız.

- Dünyanın aldığı yeni şekilde ve gelecekte şirketler, müdürlükler ve bakanlıklar için en önemli birim "kurumsal iletişim"dir. Doğru yapılandırılmış bir kurumsal iletişim ile doğru sonuçları elde edersiniz.

- Yöneticilik mevcut sistemi değil, değişimi yönetme sanatı haline geldi.

- Her şirket ölmekte olan bir şirkettir.

- Öyle bir dönemdeyiz ki, başarılı olmak, iyi bir pozisyon elde edebilmek için herkesin bir tabu ve paradigma kırıcı olması gereken bir çağdayız.

- Kızıma da söyledim; çocuklarınıza evrensel çapta kolay telaffuz edilebilecek isimler koyun. "Ali" örneğin. Ertuğrul; yumuşak g'si filan var, zor telaffuz ediliyor, tutup çocuklarınıza Ertuğrul gibi isimler koymayın. Ve İngilizce'ye çok iyi hakim olun. Bugün birçok Batılı şirketin tepesinde Çinliler yerine Hintlilerin olmasının sebebi İngilizce'ye hakim olmalarıdır. Hindistan'ın İngiltere tarafından sömürülmesinin tek kazancı da budur. Geride İngilizce de konuşan bir Hindistan kalması...

Doğan Hızlan'ın konuşmasından notlar:

Doğan Hızlan, Ertuğrul Özkök'ün soruları üzerine Türk basını ve edebiyatının önemli isimlerinin nasıl mekânlarda yaşadığını anlattı, yakından tanıdığı bazı isimlere dair notlar aktardı:

Behçet Necatigil, en beğendiğim eve sahipti. Beşiktaş'ta bir meyhanenin üstünde, ismi sonradan "Behçet Necatigil Sokağı" yapılan Camgöz Sokak'ta oturuyordu. İki katlı bir evi vardı. Evin her yanı kitaplarla ve duvarlara tutturulmuş yazı ve şiir müsvetteleriyle doluydu. O eve girince yazı yazasınız gelirdi.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Ayazpaşa'da oturuyordu. Onun da evinin her yanı kitaplarla doluydu. Kitapları öyle bir okşardı ki, çocuk okşar, sever gibi kitap okşamanın, sevmenin nasıl olduğunu ondan öğrendim.

Abdülbaki Gölpınarlı, ahşap bir eve sahipti. Evinin her yanında Mevlana'ya dair çizimler ve kitaplar vardı. Çok sigara içerdi. Evi yanacak diye korktuğundan, yanında küllük olarak içi su dolu büyükçe bir kap bulundurur ve sigarasını ona söndürdüğü gibi, sizin de ona söndürmenizi isterdi. Yazılarını ise bağdaş kurarak yazardı.

Halikarnas Balıkçısı, yazılarını yüzükoyun uzanarak yazardı.

Kalem, bilgisayar klavyesine yenilse de Yaşar Kemal, Altan Öymen ve Hasan Pulur gibi isimler yazılarını halen kurşun kalem ile yazıyorlar.

Kültürlerarası Medya ve Eğlence Yönetimi Ders Notları, Doğan Medya Center, 02 Aralık 2010